Üç Harflilerin Etkilediği Hayatlar..

Korku filmi ismi gibi attığım başlık için özür dilerim ama hayatımızda öyle üç harfliler var ki ışıldayan gençlerimizin ampülünü patlatıyor, aileleri telefonlara bakamayacak durumlara getiriyor. Biliyorum çünkü her genç gibi o üç harfliler benim de içime girdi.

Hala bu üç harflilerin ne olduğunu tahmin edemeyenler için YKS, LGS, YGS, LYS, DGS, SBS, MSÜ ve hatırlamadığım ya da adı zaman içinde değişen sınavların önemsizliği ve gençlerimiz üzerindeki etkilerini konuşalım biraz.

Geçtiğimiz hafta yapılan LGS (Lise Geçiş Sınavı) ve bu hafta sonu yapılacak YKS (Yükseköğretim Kurumları Sınavı) zaman içerisinde geçirdiği isim ve biçim değişikliklerine rağmen yarattığı etkiler değişmedi. Sonuçları kimilerini gururlandırmış,  kimilerini de üzmüş olması bir yana neredeyse her gencimizin hayatını bir şekilde derinden etkilemeyi başarmıştır. Lise sınavları üniversite sınavlarına göre daha az gerilimli ve stresli geçer ama her ailenin çocuğunu, oturduğu şehirdeki o tırnak içinde “MARKA” olmuş liseye gönderme hayali olduğunu tartışmaya gerek yok sanırım.

Blog benim olduğuna göre kendimi yerme ve övme hakkımı kullanarak biraz örneklendirmek istiyorum yazımı..

Ben hiçbir zaman parmakla gösterilecek kadar başarılı bir öğrencilik hayatı yaşamadım. İlkokulda sınav puanlarına göre oturma düzeni yapardı hocamız. (Kendisine buradan selamlar.) Ben genelde ya ortalarda ya da sonlarda olurdum. Ortaokulda da durum pek değişmedi. Derse olan ilgisizliğim yüzünden ve hocaların görmemesi için arkalarda oturmayı tercih ettim çoğu zaman. Ben ortaokula başladığım sene SBS denilen ve ortaokul süreci boyunca yapılacak bir sınav sistemi gelmişti. Her sene sonunda yapılan o sınav büyük bir stresti benim için. İyi geçmediğini bal gibi bilmeme rağmen çıkışta soranlara klişe olarak “fena değildi ama matematik biraz zorladı.” demekten sıkılmıştım. Hele bir de sonuçların açıklandığı o gün yok mu? Tırnak içinde “derslerde aldığı notlarla gurur kaynağı olan çocukların” velileri aileme telefon açar sonucumu öğrenmek isterdi. Ne şanslıyım ki amaçları kendi çocuklarının sonuçlarını söylemek asla olmadı..

İp cambazlarını bilirsiniz. İlk kural ipin üzerinde yürürken aşağıya değil ileriye bakmaktır. Eğitim hayatım biraz buna benziyordu başarısızlıklarla dolu ama gözüm hep ileride, ipin diğer ucunda idi. Arkadaşlarım “Marka” liselere gittiler ben ise itlik, serserilik peşinde çocukların gittiği meslek lisesine..

Eeee çalışmazsan o marka okullara gidemezsin tabi ki dediğinizi duyar gibiyim. Söylediğim gibi ben ip cambazıyım. Bende bilirdim aşağıdan başımı kaldırıp ipin üzerinde yürürken düşmek üzere olan adamı izlemeyi ama ipin ucunu sağlamlaştırmak için o hor görülen meslek lisesinde olmalıydım. Fark yaratmanın derslerde alınan yüksek notlarla olmayacağını çok önceden anlamıştım. Derken lise bitti ve o korkulan üniversite sınavı gelmişti. Sonuç sürpriz değildi aslında. Barajı geçememiştim. O sene tüm arkadaşlarım tırnak içinde “iyi üniversitelerin iyi bölümlerine gitmişti”. Ailemin de desteği ile bir sene daha denedim. Bu sefer de yeterli puan olmayınca yolu uzatmaya karar verdik ve önlisansa kayıt yaptırdım. Hedef bir başka üç harfli olan DGS ile dört yıllığa geçmekti ve bilin bakalım ne oldu? Önlisansın ardından girdiğim sınavda yine başarısız olmuştum. İpin ucu yakındı geri dönmek ya da düşmek seçenekler içerisinde değildi ve bir hamle daha yaparak hedefe ulaşmıştım. Bir seneme daha mal olmuştu ama önemi yoktu. Bu sefer başarmıştım.

Şimdi bunları neden anlattım? Olduğum yerde olmanın hayalini ortaokulda kurmaya başlamıştım. Daha yaşıtlarım belki hayal nasıl kurulur bilmezken ben çizgileri çekmiş ve hayatımın yönünü belirlemiştim. Bugün Yıldız Teknik Üniversitesi Kontrol ve Otomasyon Mühendisliği okuyorum. Yaşıtlarım daha üniversitenin ü’sünü düşünmezken ben ne olmak istediğimi biliyordum. Bu süreçte çok başarısız oldum. Ailem eleştirildi, ben daha çok eleştirildim. Arkadaşlarım sırtını çevirdi. Yalnız kaldım. Ama ip cambazı olmak bu demek değil miydi?

Özetle, lise sınavına giren kardeşlerimin ailelerine sesleniyorum. O marka okullara gönderdiğiniz çocuklarınız başarıyı garantilemiyor. Veli olarak yapmanız gereken şimdiden onu mutlu edecek mesleği seçmesi için teşvik etmek ve bunun için neler yapması gerektiğini onunla birlikte araştırmak. Kötü liseye gidip bari sırtını devlete dayasın KPSS’ye girsin dediğiniz çocuklarınızın hayat boyu yaşayacağı mutsuzluğun sebebi olmayın.

Üniversite sınavına giren arkadaşlarıma ve velilerine sesleniyorum. Sınavdan gelecek sonuç ne olursa olsun siz gideceğiniz yönü o sonuca göre belirleyecekseniz, hayatınız boyunca mutsuz bir birey olmaya şimdiden hazırlanın. Amcanızın oğlu, komşunuzun kızı şuraya gitmiş okumaya şimdi şu kadar maaş alıyormuş diye konuşulan ve önünüze konulan insanlar birer yalandan ibaret. Siz gideceğiniz yolu bilmiyorsanız, başkasından medet ummayın. Sonuç iyi ya da kötü hayalinizi okuyun ve hayaliniz yaşayın. Olmaz ise yeniden deneyin. Ortalama 90 yıllık ömrünüzünden harcayacağınız 1 seneyi kayıp olarak görmeyin. O hayale gidecek alternatif yollar arayın. Gideceğiniz bölümlerde sizin gibi binlercesi olduğunu ve muhtemelen binlercesi ile birlikte mezun olacağınızı unutmayın. Başarılı olmak istiyorsanız fark yaratın. Mutsuz ve karnı tok olacağınıza, mutlu ama aç olun.

İbrahim ERTEKİN

 

Hayatımızdaki İşaretler..

İlk insandan bu zamana mı gelmiştir yoksa son 3-5 yüzyıllık bir olgu mu bilinmez ama işaret kavramı insanların hayatlarını önemli ölçüde etkileyen bir faktördür. Bunlardan birkaçını sizler de biliyorsunuz kara kedi görmenin, aynanın kırılmasının ya da merdiven altından geçmenin uğursuzluk getirdiği gibi..

Merak etmeyin bunlara batıl inanç dendiğini ve birer yalandan ibaret olduğunu söylemek için bu yazıyı sizlere yazıyor değilim elbete.. 🙂

Bugün konuşacağımız konu isimlendiremediğimiz, farkına varamadığımız işaretlerle alakalı olacak. TDK ya göre işaretin birden fazla anlamı olmasına karşın biz, “Belirti, gösterge, alamet.” anlamını kullanarak devam edelim..

Hayatımın dönüm noktası tabirini birçok başarılı insandan mutlaka duymuşsunuzdur. Tanıştığı bir kişi, okuduğu bir söz ya da gördüğü bir şey hayatlarını bir yerden alıp başka yere götürmüştür. İstisnasız hepinizin bunu istediğini tahmin ediyorum. Bir şey olsa da şöyle para kazansam, şununla tanışsam da fikirlerimi anlatıp hayatımı değiştirsem gibi başkalarına bağlı hayatlar yaşayan insanların sayısı hiçte az değil. Sizin hayatınızın sizden başka kurtarıcısı olmadığını unutmayın.

Yazımı okuduğunuz için teşekkürler..

Şaka şaka bitmedi daha. Sizin mükemmel birer kişilik olduğunuzu ve istediğiniz taktirde harikalar yaratabileceğinizi her yazımda zaten dile getiriyorum. Asıl konumuz onu ortaya çıkartacak olan an dediğimiz saliselik olay.

Hayatınızı değiştirecek bir şeye sahip olduğunuzu düşünün, bu çok iyi gitar çalmaktan tutun da milyon liralık bir fikir de olabilir. Bunu insanlara sunmak için bir kıvılcım beklediğinizi biliyorum. Çaldığınız gitarı duyan bir müzisyenin yada fikrinizi beyninizden bir yatırımcının söküp alarak sizin hayatınızı değiştirmesini beklediğinizi de biliyorum. Peki siz bunun hiç bir zaman gerçekleşmeyeceğini biliyor musunuz?

Yeteneklerin keşfedileceği zamanlar geride kaldı. O beklediğiniz işaret sahip olduğunuzun başkasının da sahip olduğunu farkettiğinizde beyninizde çalacak pişmanlığın işareti olacak.

Gelin size bir hikaye anlatayım. Bir adam denizde yüzerken ayağına kramp giriyor ve çevresinde yardım isteyeceği kimsenin olmadığını fark edince panikleyerek suda batıp çıkmaya başlıyor. Bunu uzaktan gören bir tekne hemen adama yaklaşarak elini uzatıyor ama adam, “Yardıma gerek yok Tanrı beni kurtaracak.” diyerek yardımı geri çeviriyor. Daha sonra başka bir tekne yardıma geliyor ve adam yine “Yardıma ihtiyacım yok Tanrı beni kurtaracak.” diyerek gelen ikinci tekneyi de gönderiyor. Daha sonra tırnak içinde “sürpriz” bir şekilde adam ölüyor. Tanrı’nın huzuruna çıkıyor ve isyan etmeye başlıyor, “Tanrım ben çırpınırken beni neden kurtarmadın?”. Tanrı’da adama şöyle cevap veriyor, “Seni kurtarmak için iki kere tekne gönderdim ya!”.

Özetle, hayat bir işaret bekleyecek kadar uzun değil. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız birilerinin sizi bulmasını beklemeden siz onları bulun çünkü kimse size siz çırpınmadığınız sürece yardım eli uzatmayacak..

İbrahim ERTEKİN

 

Adamın Birinin Uzaya İnsan Taşıması Sizce de Biraz Fazla Abartılmıyor Mu?

Adamın biri çıkmış, koca koca devletlerin yap-a-madığı bir şey olan Mars gezegeninde koloniler kurmak için bir şirket kurmuş. Çok yüksek olan taşımacılık maliyetlerini düşürmek için tekrar kullanılabilen, atmosfere kapsülü taşıdıktan sonra dünyamıza geri dönerek bir sonraki fırlatmada kullanılacak roketler geliştirmiş. Yetmemiş uzaya insan taşıyan ilk özel şirket olmuş. Dünyada bunu merakla canlı yayınlarla takip etmiş, günlerce konuşmuş falan filan. Sizce de çok abartmadık mı?

Tabi ki HAYIR!

Gelin biraz geriye gidelim..

Düne kadar “Dünya yuvarlaktır.” diyeni dinsizlik ile suçlayarak idam eden, bisiklete bile şeytan icadı diyen toplumumuz nasıl oldu da bunları konuşur oldu? O zamanlardan bu zamana gelişen bilim, teknoloji vs.. insanların bakış açılarını elbette geliştirdi. Lakin gelişmemizi sağlayan en büyük faktör birilerinin çıkıp, ben bunu yaparım diyerek kimsenin sözüne kulak asmaması ve en önemlisi de engellere ve başarısızlıklara rağmen yolundan vazgeçmemesidir. Bu durum bizlere herkesin istediğinde kimsenin hayal edemeyeceği şeyleri başarmak konusunda ne kadar başarılı olunabileceğini gösterdi.

Düzenli okurlarım bilir. Hayal kurmak benim sık sık dile getirdiğim, şiddetle tavsiye ettiğim ve öneminden bahsettiğim bir konudur. Lakin bundan da önemli olan şey hayalinizi gerçeğe dönüştürecek cesarete sahip olup olmadığınızdır. Elon MUSK’ın bir birey olarak kurduğu şirketi, yaşamış olduğu onlarca başarısızlığa rağmen bugün bunu başardıysa ve bizlerde ağzımız açık izlediysek bence konuşmamız gereken bunun arkasındaki hayalden çok cesarettir. Çünkü, Yeterli miktarda parası olan herkes uzaya insan götürebilir ama kaçınız 3-5 roketi patlayınca kararlılıkla bunu devam ettirecek cesarete sahip?

Dünya hayal kuranları değil, hayalini gerçekleştirirken pes edecek olanları hiç mi hiç değil, dünya her şeye rağmen kimsenin başarmaya cesaret edemediği hayallerini gerçeğe dönüştürenleri yazacak. Ve korkarım o kişi siz değilseniz ağzınız açık izlemeye devam edeceksiniz..

Irkçılığın Tanımı Üzerine..

Sizlerinde bileceğiniz üzere tırnak içinde “özgürlükler ülkesi” Amerika Birleşik Devletleri’nin gündemini son günlerde meşgul eden büyük bir olay yaşandı.  Maalesef kendini bilmez bir polis memurunun yere yatırdığı ve uzun süre boyunca boğazına diziyle bastırması sonucu Amerikalı George FLOYD’un hayatını kaybetmesine sebep olmuştu. Daha da üzücü olan ise bu olay Amerika’daki polis memurları tarafından öldürülmüş ilk siyahi insan cinayeti değildi ve muhtemelen son da olmayacaktı..

Amacım gazetecilik yapmak değil tabi ki ama yazımın kaynağının da nereden geldiğini bilin istedim. Bugün sizlerle ırkçılık üzerine konuşacağız..

TDK’ya göre ırkçılık “İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti.” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım yanlıştır demiyorum elbet lakin yetersiz buluyorum.

Irkçı yaklaşım, dünyanın belki de ilk zamanlarından beri hayatımızda olan ve insanların bu uğurda dışlanmasına, zulümler yaşamasına ve zalimce öldürülmesiyle günümüzde hala konuşulan bir konudur. Tanımın yetersizliği aslında tam da bu noktada başlıyor. Irkçılık denince neden sadece aklımıza bir milletin diğer bir millete olan üstünlüğü ya da bir ten renginin üstünlüğü aklımıza geliyor? Toplumlar son zamanlarda bu başlıklar altında gelişmeler göstermeye başlamış gibi görünse de zenci yerine siyahi demekten öteye geçememişiz gibi duruyor. Zira önemli olan dilde olan eşitlik değil zihinde olan eşitliktir çünkü toplumlarımızı daha özgür ve gelişmiş kılacak olan budur.

Benim tanımıma göre, bir restorana gittiğinizde üstü başı yırtık bir insanın yemek yediğini gördüğünüzde attığınız pis bakışlar da ırkçılıktır; bir kişinin yüzünde, elinde, kolunda ya da konuşmasında bir problem olduğu için düşüncelerini dikkate almamanız da ırkçılıktır. Kısacası ırkçılık her ne sebep olursa olsun bir insanın kendisinde gördüğü hakkı başkasında görmemesidir.

Birçok bilim adamının dinsizlik ile suçlanarak idam edilmesi ırkçılığın farklı bir boyutu olmakla birlikte, sözlerimin en belirgin örneği içine kapanık karakteri sebebiyle dışlanması sonucu okuduğu okulu bırakan Tesla’dır. Bugün vazgeçilmezimiz olan birçok nesnenin mucidi olması eğer dışlanmamış olsaydı ve arkadaşları tarafından desteklense idi daha neleri başarabilirdi sorusunu aklıma getiriyor.

Siz siz olun insanların fiziki ve milli özelliklerini onların sözlerinin ve fikirlerinin önüne geçmesine izin vermeyin, çirkin ördek yavrusu bir gün kuğu olursa pişman olan siz olursunuz..

İbrahim ERTEKİN

Ekşi Maya, Bana Bir Şeyler Mi Öğretmeye Çalışıyor?

Malumunuz koronavirüs sebebiyle evde geçirdiğim ve artık günleri de saymayı bıraktığım bir pazar gününden sevgiler..

Bugün ki konumuz basit adımların hayatlarımızda bırakabileceği izler ve önyargılarımızla alakalı olacak.

Önyargı konusunda ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama naçizane yorumum, önyargının her insanda az biraz bulunmasının iyi olacağı yönündedir. Bu, sizi adımlarınızı atarken karşılaşabileceğiniz negatif durumlara karşı tetikte tutacaktır. Tabi ki az birazın altını çizmek istiyorum. Fazlası sizi yeniliklerden uzaklaştıracak ve içe kapanık biri yapacaktır.

Önyargı deyince genelde bir çok kişinin aklına başka kişilerle alakalı olan önyargıları gelir. Ancak ben bugün sizinle kendinize karşı olan önyargılarınız hakkında konuşmak istiyorum.

İzin verirseniz kendimden bir örnek ile başlayayım. 24 yaşında biri olarak çocukluğumda dahi oyun hamuruyla harikalar yaratamamış, bu yaşıma kadar her türlü hamur konusunda hep bir çekingen olmuşumdur. İnanın hamur işlerini çok sevmeme rağmen çok uzun zaman mutfağa geçip bir poğaça yapmayı aklımdan bile geçirmedim. Bu uzun yıllardır benim içimde büyük bir korkudur. Ya kıvamı tutmazsa, elime fazla yapışırsa, ununu fazla eklersem vs. gibi sorular bende bu konuya karşı büyük bir önyargı oluşturmuştur. Birkaç kez fırından hazır hamur almıştım ama onları işlerken bile tedirgin olurdum. Ta ki koronavirüs baş gösterip evde can sıkıntısından kendime yeni icatlar arayana kadar.

Bir süredir farklı tiplerdeki ekmeklere karşı bir ilgi içindeydim özellikle tahıllı, kuruyemişli hatta bir keresinde bir etkinlikte yediğim kuru domatesli ekmeğin tadı hala aklımdadır. Bunları düşününce dedim ki kendime, vakit var, dolapta un var, mutfakta fırın var, eee ne duruyorsun ekmek yapsana. Başta da anlattığım gibi internete girip tarif araştırmaya başladığımda bile gerginlikten terlediğimi hissettim.

Ancak sonra farkettim ki önyargıları kırmanın en güzel yolu aslında bunun üzerine gitmekti ve ben de bu sebeple büyük oynamaya karar verdim. Benim yaptığım ekmek instagram storylerinde paylaşılan hazır mayalı beyaz ekmeklerden olamazdı. İlk iş bir kavanoz çıkartarak kendime bir ekşi maya yaptım. Bu adım benim için büyük bir adımdı çünkü farkettim ki bunun geri dönüşü yoktu ve sonucunda iyi yada kötü ortaya bir ekmek çıkacaktı. Tam 15 gün boyunca her gün gidip ekşi mayamla kısa bir sohbetin ardından kendisine ihtiyacı olan besini verdim, ilgilendim ve bu sürenin sonunda kendisiyle birlikte ilk ekmeğimi ortaya çıkarttım.

Yaparken döktüğüm terlerin aksine ilk parçasını yediğimde düşündüğüm ilk şey bir insan başkasına karşı olan önyargılarını kırmasa bile en fazla bir insanı kaybeder bir başkası ile tanışabilirdi. Lakin kendinize karşı olan önyargıyı kırmazsanız bir ömür neleri başarabileceğinizden bir haber oturur başkalarının yaptığı ekmekleri yer ve taktirle onları izlersiniz.

İbrahim ERTEKİN

Not: Şu anda 2 aylık bir ekşi mayam var ve hızlıca yenip bitirilmiş 4 güzel ekmek yaptım. 🙂

 

Sosyal Kaytarma..

Bugün içinde bulunduğumuz duruma tabiri caiz ise cuk diye oturacak bir kavram ile sizlerleyim.

Koronavirüsün rakamsal açıdan güzel gittiği şu günlerde, geçtiğimiz haftalara nazaran insanların evde kalma oranlarında maalesef ki bir düşme durumu söz konusu. Havaların da güzelleşmesiyle meydanlar, sahiller tekrar dolmaya ve sosyal mesafe hiçe sayılmaya başlandı.

Bir örnekle konuya giriş yapmak istiyorum.

Bir arkadaşınızın sizden haftasonu evini taşımak için yardım istediğini varsayalım. Siz de istemeyerekte olsa kırmamak için bu teklifi kabul ettiniz. Gittiğinizde gördünüz ki taşınacak çok fazla kolinin olmasına karşın kalabalık bir ekip taşınma işine yardım ediyor. Sizce herkes aynı miktarda mı eşya taşır yoksa birileri nasılsa taşıyor diye istemsizce kabul ettiğiniz yardım çağrısını sadece birkaç parça taşıyarak mı yerine getirirsiniz?

Siz derken, üzerinize alınmayın lütfen teşbihte hata olmaz demişler. Bu bir örnek ama bu durumun bilimsel bir karşılığı var ve adı “Ringelmann Etkisi”. Türkçe karşılığı ise “Sosyal kaytarma”.

Bilimsel açıdan, bir grupta işi üslenecek kişi sayısı arttığı zaman kişilerin verimlerinin düşmesi olarak açıklanabilir.

Fransız mühendis Maximilian RINGELMANN bir çalışmasında faytonu çeken iki atın gücünün, aynı faytonu çeken tek bir atın gücünden 2 kat fazla olmadığını keşfetmesiyle araştırmasını genişletme kararı aldı. Daha sonra bir halat çekme deneyi düzenleyerek her bireyin tek başına halat çekme gücünü hesapladı. Daha sonra ikili, üçlü ve sekizli gruplar halinde bu deney tekrarlandı. İkili gruplar halinde her bir birey tek olduğu duruma göre gücünün %93’ünü, üçlü olduğu duruma göre %85’ini, sekizli olduğu durumda ise yalnızca %49’unu kullandığını keşfetti.

Bu durum bugünler de maalesef daha bir belirgin  çünkü başta da belirttiğim gibi virüsle mücadelemiz maalesef sadece bir grubun başarısı ve azmi ile değil hepimizin gayreti ve sabrı ile gerçekleşecek. Özür dileyerek “ya bir ben miyim enayi evde oturacak herkes dışarıda iken” demeyelim ve sabrımızın %100’ünü kullanarak bu süreci hep birlikte atlatalım.

Not: Güney Kore salgını kontrol altında tutabilen en başarılı ülkeler arasındaydı ta ki bir kadın test sonucunu almadan hastaneden kaçarak her zaman gittiği kilise, restaurant ve benzeri yerlerdeki binlerce insana hastalığı bulaştırana kadar..

İbrahim ERTEKİN

Apple Bunu Nasıl Başarıyor?

   Bir sokağa çıkma yasağının daha yaşandığı pazar gününden selamlar, sevgiler.. <3

   Bugün yazıp yazmamak konusunda tereddütle yaklaştığım bir konuya değinmek istiyorum. Açıkcası başlığı atarken bile belki paylaşmamak üzere bu başlığı attım çünkü bir Apple hayranı olarak bunun bir övgü yazısı ya da bir reklam gibi görünmesini istemem. Lakin, Apple deyince aklımıza her ne kadar pahalı cihazları gelse de bugün nasıl oluyor da biz bunu yaptık dediklerinde ağzımız açık bakabiliyoruz? bunu konuşmak istiyorum.

   Her sene rakip markalara kıyasla daha az ürün ortaya çıkartarak, pazar lideri olmayı sürdürüyor. Biz de “Geçen senekinin aynısı” diyerek satın almaya devam ediyoruz ama neden?

   Apple bir çoğumuzun kabul ettiği üzere Steve JOBS ile başladığı “Think Different” – “Farklı Düşün” yolculuğuna hayatlarımızı gerçekten de başka düşündürterek devam ediyor. Bundan tam 13 sene önce Steve sahneye eli boş çıkıp, diğer markalarla dalga geçtikten sonra cebinden çıkardığı İphone gerçek anlamda bir devrimdi. Apple bu yenilikçi başarısını takip eden modellerde de göstermeye devam etti etmesine ama gerçekten de bu yenilikler tanıtılmadan 1 gün öncesine kadar ona ihtiyacımız olduğunu bilmez iken nasıl bir anda vazgeçilmezimiz olmayı başardı?

   Ben daha çok soru sorarım da, aslında cevap basit.

   PAZARLAMA.

   Apple, bir çok kişiye göre kopyalayan bir firma olmasına karşın üzgünüm ama bu bir yarış ise kuralları koyanla rekabet edilmez.

   Bu atladığımız ve yeterince üzerinde durmadığımız bir konu olduğunu düşündüğüm için aslında bunu yazmak istedim. Bugünlerde Apple, İphone SE 2 adında bir telefon tanıttı. Twitter’da gezerken görsellerini gördüğümde bir kahkaha patlattım. Çünkü telefon Apple’ın 2 sene önce tanıttığı cihazının görsel olarak birebir aynısı idi. Daha sonra youtube kanallarına gittim ve reklamı izledim. Şaka değil, hmm aslında o kadar da benzer ve kötü değilmiş diye yorum yaptım içimden. Çünkü kullanılan renkler ve görseller o kadar titizlikle seçilmiş ki elinizdeki telefon ondan daha iyi olsa bile satın almak istiyorsunuz. Çünkü size onunla neler yapabileceklerinizi vaadediyor.

   Rahmetli Steve’in bir sözü var.

   “İnsanlar çoğunlukla siz onlara gösterene kadar ne istediklerini bilmiyorlar.”

   Eğer kendinizi, ürününüzü yada her ne amaçlıyorsanız bunu pazarlarken, önemli olan sahip olduğunuz şeyin niteliği değil onu nasıl gösterdiğinizdir. Eğer siz boş bir kaseyi, boş bir kase olarak tanıtırsanız, ona bakan kişi kasenin kalitesine, desenine değil içinin neden boş olduğuna takılır. Eksiklerimiz olabilir ama önemli olan bu eksiklikleri vurgulamaktansa Apple örneğinde bu 2 sene öncenin tasarımının kullanılması olabilir. Siz de onun yaptığı gibi sahip olduklarınızın neleri başarabileceğini başta kendinize, daha sonra da başkalarına gösterirseniz, neden olmasın, insanlar sizinle çalışmak için tabiri caiz ise kuyruğa girebilirler. 🙂

   Not: Apple bu cihaz ile daha önce tanıtmış olduğu bir bilgisayar kasası için 4 adet tekerlek de tanıttı. Bu tekerlekler bahsi geçen telefondan daha pahalı.. 🙂 

  • İphone SE 2 : 5.299,00 TL
  • 4 Adet kasa tekerleği : 5.599,00 TL

Sabır ve Mutluluk Üzerine..

   Bu yazı yazıldığı gün itibariyle neredeyse 1 aydır evden çıkmadığımı ve buna ek olarak bu hafta sonu koronavirüs sebebiyle 30 Büyükşehir ve Zonguldak’ta ilan edilen sokağa çıkma yasağının uygulandığını belirtmek istiyorum.

   Büyüklerim 70’ler ve 80’lerde darbeler sebebiyle sokağa çıkma yasağına maruz kalmış olabilir ama bu özellikle 90 sonrası doğan ve benim de dahil olduğum jenerasyon için oldukça ilginç bir deneyim. Özellikle de dışarıda bu kadar gezilecek mekan ve yapılacak aktivite varken.

   Gelelim bugünün konusuna. Aslında bugünün konularına demem gerekiyor çünkü bu hafta farklı olarak size iki konudan bahsetmek istiyorum.

   Bir ipucu, iki konumuz da ithal. 🙂

   İlk olarak, bu zorlu süreci atlatana kadar hepimizin sabretmesi ve sosyal hayatımızdan feragat etmemiz gerektiğini biliyoruz. Tabi ki bir çoğumuz için farklı sebeplerden ötürü evde kalmak oldukça zor ve tabiri caiz ise duvarların üzerinize geldiğini hissettiğinizde uygulamanız gereken bir felsefe var.

   Bir inanışa göre Vikingler yani Finler, 2. dünya savaşı sırasında zorlu kış şartlarında Ruslara karşı topraklarını savunmak durumunda kalmış ve Rus ordusunun sahip olduğu gücün çok daha azına sahip olmalarına rağmen savaşı kazanmış. Bu zaferi “SİSU” adını verdikleri bir felsefe ile kazandıklarına inanmışlar.

   Sisu, ”Tüm şartlar size karşı bile olsa inancını kaybetme ve savaşmaya devam et.” anlamına gelen bir kelime.

   Gelelim bizim için önemine.

   Sadece ülke olarak değil, tüm dünyanın yaşadığı bu koronavirüs sebebiyle hepimizin sabretmesi, önlemlerini alması ve bu duruma bir süre alışması gerekiyor. Sabır, bir insanın elde edebileceği en zor yeteneklerden birisi olsa gerek. Çünkü sabır, gerçek bir olgunluk, sakinlik ve kontrol gerektiren bir süreç.

   Sisu’ya göre psikolojik olarak gücünüzü kazanmanın üç aşaması var.

  • Derin bir nefes alın,
  • Odaklanın,

Ve son olarak,

  • Harekete geçin.

   Bir şeyler sizin için dayanılmaz olduğunda, sürdüremeyeceğinizi düşündüğünüzde ya da en kötüsü pes etmek üzereyken lütfen bu adımları uygulayın ve hepsinden önemlisi bu süreçte dayanamayıp dışarı çıkmak istediğinizde bunu uygulayın.

   Ve diğer felsefemiz Danimarka’dan.

   Dünya’nın üst üste en mutlu ülkesi seçilen Danimarka bu durumu “Hygee” adını verdiği bir felsefeye borçluymuş.

   Hygee’nin temelde belli bir tanımı yok. Aslında bunun sebebi tanımın herkesin için değişmesinden kaynaklanıyor. Mesela bir kahve eşliğinde arkadaşlarınızla sohbet ettiğiniz zaman içinizde oluşan o mutluluk ya da bir çayın kenarında hamakta sallanırken uykuya daldığınızda yakaladığınız huzur.

   Tüm bunlar Hygee’nin tanımı olarak kabul edilebilir. Özetle basit şeyler yaparak insanın içinde bulunan o mutluluğu dışarı çıkartmasıdır. 

   Başta da belirttiğim gibi 2020 dünyasının içinde barındırdığı imkanlarla kendini eve kapatması oldukça zorlu bir süreç. Lakin, bu süreç belki de uzun zamandır unuttuğumuz ve içimizde bizi bekleyen o mutluluğu çıkartmak için güzel bir zaman olabilir. Farkındaysanız artık kimse gittiği pahalı restaurantta yer bildiremiyor, kimse partilerde story atamıyor yada dakikalarca arka planını ayarladığı ve düşman çatlatırcasına kahkaha attığı fotoğrafları paylaşamıyor. Herkes sahip olduğuyla yetinmeye ve kendi çapında ürettiği basit çözümlerle mutluluğu arıyor.

   Ne dersiniz, sizce mikronluk virüs 7 milyarlık dünyaya sabır ve mutlulukla alakalı bir ders vermeye gelmiş olabilir mi?

                                                                                                          İbrahim ERTEKİN

Papağan Teoremi..

   #EVDEKAL

   Bugün adını bir kitaptan ödün”çaldığım” bir teoremden bahsetmek istiyorum. Evde kaldığım süreç boyunca okumak için internet üzerinden kitap bakarken denk geldiğim adını duyunca ilgimi çeken bu kitap “Papağan Teoremi”. Denis Guedj tarafından yazılmış, polisiye ve matematiği bir araya getiren bu kitabı ilgilisi iseniz önerebilirim.

   Gelelim konumuza..

   Açıkcası adını ilk okuduğumda acaba ne olabilir diye içeriğine bakmadan kendim bir takım fikirler yürüttüm. Ne yazık ki içeriğini okuduğumda kitabın konusu ile benim size bugün anlatmak istediğim durum arasında hiç bir benzerlik olmadığını gördüm. Sonra düşüncelerim hoşuma gitti ve neden bunu yazı olarak sizlerle paylaşmayayım ki diye düşündüm ve buradayım.

   Papağanları bilirsiniz çekirdek çitleyen, konuşkan ve renkleriyle bizleri büyüleyen bir tür kuş. Papağanları diğer bilinen birçok kuştan ayıran bir özellikleri var. Nedir bu?

   Onlar duyduklarını kusursuz bir şekilde taklit etme yeteneğine sahipler ve genelde sıkılana kadar tekrar tekrar bunları söylemeye devam ederler.

   Aslında düşünürseniz çevrenizde hayatını rutine bağlamış, kendini geliştirmek ve kendi fikirlerini dillendirmek yerine katıksız bir şekilde duyduğuna inanan ve dillendiren birçok kişi bulabilirsiniz.

   Üzücü olan taraf bunu yapmalarından ziyade, bunu hayatlarının gidişatı haline getirmiş olmaları ve bundan hiç şikayetçi olmamaları.

   Aranızda bilenler olacaktır. Youtube platformunda gururumuz Barış ÖZCAN’ın bir “zinciri kırma” adında bir önerisi var. Kendinize bir hedef belirleyerek bunu takvime göre düzenli olarak sürdürdüğünüz bir aktivite.

   Açıkcası geçtiğimiz 3-4 sene içinde bunu denemeye çalıştım ama genelde başarısız oldum. Sebebi ise kesinlikle kendini tekrar eden şeylere karşı olan karşıtlığımdan kaynaklansa gerek zira eğitim hayatım boyunca asla bir programa sadık kalarak ders çalışamadım.

   Ben size diyorum ki ZİNCİRİ KIRIN..

   Bir halkaya bağlı kalarak kendinizi ve başkasını tekrar etmeyin. Enteresan gelebilir ama her gün kitap okumayın, her gün spor yapmayın. İnanın vücudu zinde tutmanın en etkili yollarından biri yeniliklere onu açık tutmaktır. Böylece o kendini hep yeniler, yeni şeylere her an hazır olur.

   Kendi fikirlerinizi üretin, sorgulayın, tekrarcı olmayın, tekrar etmeyin. Hayat aynı şeyleri tekrar etmek için çok kısa. Yapabiliyorken neden her zaman yeni fikirler üretmek, yeni şeyler öğrenmek yerine birer kopya haline gelen şeyleri yapasınız ki. Aksi halde sadece gördüğünüzle yorum yapar, her gün aynısını yaptığınız şeyle övünmenin ötesine geçemezsiniz.

   Meşhur bir deyiş vardır. “Bir şeyde başarılı olmak istiyorsanız o konu hakkında 10.000 saat çalışmak zorunasınız” diye. Tabi ki size aksini idda etmiyorum. Bir konuda uzman olmak durumunasınız ki hayatınızı kazanabilesiniz. Değindiğim nokta bunları dışındaki aktivite ve fikirleriniz ile ilgili. Sadece uzman olduğunuz yada olmak istediğiniz konuda çalışmalar yapmak sizi sadece daha da uzman yapar yenilikçi değil.

   Siz eşsizsiniz, hayatınızı da eşsiz hale getirmek istiyorsanız papağan değil yenilikçi olun.

                                                                                                            İbrahim ERTEKİN

Korona Virüsü Öğretileri..

   #EVDEKAL

   Çin’de başlayarak önce İran ve İtalya başta olmak üzere daha sonra diğer 50 milyon üstü nüfuslu tüm ülkeleri etkisine alan korona virüsünü anlatmama gerek yok sanırım hepimiz bizzat bundan etkilendik daha da etkilenmeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

   Umalım ki bu virüsten en az hasar ve kayıpla kurtulalım ve tırnak içinde “çok özlediğimiz” işimize ve okullarımıza kaldığımız yerden devam edelim.

   Bugün ki konu başlığımızdan da anlaşılacağı üzere korona virüsünün bizlere öğrettiği ve belki de bundan sonra asla eski haline dönmeyecek, dönse bile eskisi gibi olmayacak şeyleri konuşmak istiyorum.

   Bildiğiniz üzere bir ekonomist, felsefeci yada kâhin değilim ama bu yazımda umuyorum ki sizlere farklı bir bakış açısı kazandırabileceğim.

   İlk olarak kuşkusuz ki ülkemizde ilk kez 11 Mart’ta konulan teşhisin ardından birçok insan marketlere hücum ederek evlerini çeşitli uzun dönem tüketim malzemeleri ile doldurdu ve belki de bunun için kredi kartlarının limitlerini zorladılar hatta yaptığı birikimini kullananlar bile olmuş olabilir. Lakin unutulan bir şey var ki son dönemde sayıları gittikçe artarak büyüyen bir sektör haline gelen eve teslimat hizmeti bu virüsün ülkemize girmesinden öncesinde ve sonrasında hiç bir aksaklık ve stok sorunu yaşanmadan çalışmaya devam etti. Bu hizmetin birçok il ve ilçemizde olmadığını biliyorum ancak bahsi geçen firmalar talebin artacağını görünce bu hizmetleri arttırarak her noktaya ulaştırır ve belki de yakın bir zamanda nasıl süper marketlerden sonra bakkalların devri kapanmaya başladı ise eve teslimat hizmetinin yaygınlaşması ile süpermarketlerin de sonu gelir.

   Birçok beyaz yakalının hayali olan evden çalışma metodu uzun zamandır birçok sektörde uygulansa da sanıyorum ki hiçbir zaman bu derece yaygın olamamıştı. Küçük şehirler de ve birçok iş grubunda bu mümkün olmasa bile üzülerek söylüyorum ki artık yavaş yavaş esnaflık kavramının da sonuna geliyoruz. E-ticaretin önemini ve kolaylığını keşfeden birçok insan ihtiyaçlarını internetten karşılamaya başladı. Hal böyle olunca beyaz yakalılarımızın evden çalışmaya başlayacağı gibi birçok esnafımız da belki de işlerini geliştirerek dükkanlarını internete taşır ve böylece daha çok kullanıcıya ulaşabilir. Bu durum aslında bir kazan-kazan durumu çünkü eminim ki birçok iş veren bu durumda düşürdüğü ofis, yemek ve personel servisi gibi giderleri ödemektense bunu karına katmayı yada iyimser bir tahmin ile çalışanlarına paylaştırmayı düşünebilir.

   Son olarak hepimizin kazanmak için saatlerini harcadığı paranın gelişiminden bahsetmek istiyorum. En az teknik tabir ile konuşmak gerekirse Amerika Merkez Bankası (FED) ilk olarak faizleri 0’a indirerek insanların faizde bekleyen ve piyasada dönmeyen paralarını piyasaya soktu yetmezmiş gibi sınırsız para basım yetkisi vererek ileride oluşabilecek ABD dolarının değersizliğini ve belki de bunun getireceği enflasyonu hiçe saydı. Mevcut durumdan kurtulmak adına buna razı geldi. Durum böyle olunca ülkemiz borsaları ve TL de buna dahil olmak üzere çok farklı tepkiler verdi ve maalesef bunun doğuracağı sonuçları şu an hesaplamak güç. Bu durum bir ülke yada bir grubun dudağından çıkacak söze göre değeri değişmeyen ve kontrol edilebilir olmayan para birimlerinin önemini bir kez daha göstermiş oldu. Bu durumda tüm okların işaret ettiği tek bir yön var ve o da BİTCOİN. Yakın çevrem bilir uzun zamandır bu konuda araştırmalar yapıyor ve herkese geleceğin bu yöne gittiğini, bitcoinin altın kapının altın anahtarı olduğunu söylüyorum. Özetle insanlığın ülkeler üstü, kontrol edilemeyen, değerinin korunması için sınırlandırılmış, global ve kolayca transfer edilebilir bir paraya ihtiyacı var.

   Tahmin ediyorum ki dünya artık milattan önce ve sonrasını değil koronadan önce ve sonrasını tartışmaya başlayacak.

   Unutulmamalıdır ki, geleceğin getirdiğini görmezden gelmek, bizi yarınlara taşımayacağı gibi bugünlerden de geriye götürecektir.

   Her zaman gelişmeniz, geliştirmeniz dileklerimle..

                                                                                                     İbrahim ERTEKİN